23.9.13

BEN SPORCUNUN ZEKİ ÇEVİK VE AHLAKLI OLANINI SEVERİM – M.K. Atatürk


Henüz dün gece yaşananlar olmadan birkaç hafta önce kızım Lal’in sorusu ile şamarı suratıma yedim ; 

Baba neden biz hiçbir spor dalında başarılı değiliz, bütün erkekler football konuşuyor ama milli takım hep yeniliyor? Suratıma şamar yemiştim çünkü onu yaşlarındayken her çıktığı milli football maçından 6-7 gol yemeyi refleks haline getirmiş bir nesilden geliyordum. Basketbolda vizyonumuz ve başarılarımız Balkan Kupaları ile sınırlıydı. Diğer spor branşları ile haber okumak ya da duymak nerdeyse imkansız gibi bir şeydi. Bu branşlar ile ilgili aklımda kalan haberler ise başarı hikayelerinden daha çok o yıllarda ülkemizi kasıp kavuran arabesk kültüründen izler taşıyordu ; imkansızlıklar içinde çalışan çamura bulanmış atletlerimiz, yarışmalara gidebilmek için yol parasını komşularından alan milli sporcularımız, oto tamircisinde asgari ücrete talim çalışan güreşçilerimiz, evine haciz gelen judocularımız!!! Biz bu haberleri okurken aynı esnada ülkemize milli maç yapmak üzere gelen Finlandiyalı itfaiyeciler, İzlanda’lı bankacılar bizi yenip giderlerdi!!! 




Kızımın sorusu şamar gibi gelmişti çünkü biz çağ atlamıştık, daha iyi arabalara biniyor, daha güzel stadlar yapıyor, Finlandiya’lı itfaiyecilere sahaları dar ediyor, İsviçreli footballcuların sahada ağzını burnu kırıyor, üzerlerine basıyor, sporcularımıza ağırlığınca altınlar, Alman malı SUV arabalar veriyor hatta yetmiyor sporcularımız kazandığı başarıların ardından TV kameraları karşısından Başbakanım bize daha çok prim ver olmadı daha çok çok ver diyorduk!!! Tabii ki, Genç kızlarımızın Voleyboldaki Dünya şampiyonluğu (tekrarlamak gerekiyor ), Genç erkek Basketbolcularımızın son 10 yıldır artık alışkanlık haline getirdiği Avrupa’da ilk 3 içerisinde olmalarını istinaslar kaideyi bozmaz diyerek bir kenara ayırıyorum!! Aslında yanılgımı güçlendiren bir konu daha vardı ben küçükken olimpiyatlara ev sahipliği yapmak için aday ülke olmanın da bir olimpiyat ruhu kapsamında aktivite olduğunu sanırdım. Belirli aralıklarla aday olmak için yarışır bunda da makûs talihimize boyun eğer daha ilk turda elenirdik. 



Kızım şanslıydı Türkiye’nin finallere kadar geldiğini görmüştü fakat bir o kadar da şansızdı arka arkaya bir çok milli sporcumuzun doping aldığı haberlerini de aynı zamanda görme şansına sahip olmuştu!! Uzun lafın kısa daha renkli spor sayfalarımız, AMK isminde spor gazetemiz, güzel hayat yaşayan sporcularımız hatta küçük zafer hikayelerimiz olmuştu ama maalesef aslında gerçekten başarılı olamamıştık!! Çünkü biz turizmi güzel , devasa hoteller yapmaktan ibaret sandığımız gibi sporu da bir tesisleşme hamlesi olarak görmüş büyük başarılı sporcular yaratmak yerine daha zengin müteahhitler yaratmıştık!! 


Amacım her şeyi yerden yere vurarak yapılanları görmezden gelmek değil kendi adıma sporun yıllardır içinde olup etrafındaki kimseye bunu yayamamış birçok kişiden daha fazla sporcu olduğum için kendimi mutlu hissediyor ve bunları yazmaya kendimde hak görüyorum. Hak görüyorum çünkü ; Avrasya maratonu koşup yorgunluk içinde yürürken “…. yaptığım çocukları yüzünden trafik kapalı “ küfürünü yemek ile Berlin’de maraton koşarken evinde hazırladığı kesilmiş portakalı bize sunan kadının gözlerindeki mutluluğu görmenin farkını yaşadım. Hak görüyorum çünkü Team Istrunbul ile bir çok kişiyi spor yapmaya yüreklendirip, motive ediyor ve beraber spor yapıyoruz. Team Istrunbul’u ilk kurduğumuzda yazmıştım ; bu grubu kurduk çünkü yurtdışındaki maratonlarda yüzlerce İsviçre’liyi , Norveç’liyi ya da Alman’ı görüp biz de aynısını yapmak istiyoruz demiştik. Bugün Team Istrunbul 900 kişilik bir grup oldu, tahmin ediyorum 200-300 kişi yazılanları takip ediyor, bizimle en az bir kez koşan 150’nin üstünde kişiye ulaştık. Bebek’te sabahları 1 yıl önce 7-8 kişi koşarken bugün Salı – Perşembe koşularımız sabahın 5:30, 06:00’sında olmasına karşın yaklaşık 50 kişilik gruplar ile oluyor. Bir aksilik olmazsa 2014 Mart ayında 40’ı aşkın kişi Barcelona maratonu koşacağız. Hayalimize bir adım adım daha yaklaşacağız. Hiç birimiz milli sporcu olamayacağımız ama inanın bizim evlerimizde büyüyen, sabahın kör karanlığında kar, yağmur, sıcak demeden annesini, babasını hatta dedesini spor yapmaya uğurlayan o çocuklardan bazıları bu alışkanlık ile büyüyecek ve ileride çok başarılı olacak. 





Bizler bu işi alışkanlık haline getirmedikçe, bu eğitim sistemi de “sporcu” yetiştirmeyi desteklemediği sürece dün gece gördüğünüz görüntüler hiç ama hiç değişmeyecek !! Boşuna şaşırmayın, üzülmeyin sadece alıcınızın ayarı ile oynayın kanal değiştirin geçin …. 

Son sözüm bu gençlerden bir tanesine; Yasemin Benker o henüz 17 yaşında milli kayakçı, gelecek sene kış olimpiyatlarında kendi dalında ülkemize ayrılan bir kişilik kontenjanı kapmak için çalışıyor. Babası sevgili koşucumuz Bengü Benker, eğitimine ara verdirip yurtdışında antrenman yapmasını sağlıyor, buraya her döndüğünde bizimle koşuyor. Yasemin, seçmelerin bir yarışma da değil idari kararlar ile olacak olmasını bilmesine karşın sabahın kör karanlığında dinlemesi gereken sabahlar da bile bizimle koşarak azmini ve hırsını bize gösteriyor. Kontenjanı kaparmı bilemeyiz ama bizim saygımızı, kalbimizi çoktan hak ederek kaptı. 



BEN SPORCUNUN ZEKİ ÇEVİK VE AHLAKLI OLANINI SEVERİM – M.K. Atatürk 

Sevgiler 
Serhat Yıldırım

22.9.13

"It's not the destination, it is the journey. "




"It's not the destination, it is the journey. "


 İnsan bir sene içerisinde bu kadar bilinmezlik içinde yine de bu kadar huzurlu ve mutlu olabilir mi acaba. “It's not the destination, it's the journey.” (Muhim olan varılacak yer değildir, yolculuğun kendisidir.)
Hep sevmişimdir bu lafı, ama bu sıralar bilgeliği ve içtenliği ile bana ışık tutan insanlar tarafindan her nedense sık sık hatırlatılması sonucu bir noktada farkındalığımın bu söz üzerinde yoğunlaştığına tanık oluyorum.





Yolculuğun keyfini yaşıyorum bu sıralar... Haftada 2-3 gün daha önceleri yapabileceğimi bile bilmediğim, rüyamda görsem bile inanmayacağım birşey yapıyorum; koşuyorum! Hic sevmedim hayatımda koşmayı, manasız geldi. Hep bir yere ulaşmak yada birşeyden kaçmak için koşulması gerektiğini düşündüm ben. Mesela kız kardeşim, Amerika'dan döndüğümüz günlerde uzunca koşardı koşu bandına çıkıp, sanki Türkiye'den kaçarcasına koşardı. Bizim için kolay olmamıştı Amerika'yı, oradaki hayatımızı, bir şekilde 3 sene sonunda ailemiz olan arkadaşlarımızı bırakmak, hiç hazır değildik Istanbul'daki yeni yaşamımıza.

 Ve o, koşarak huzur buluyordu, sorunlarından uzaklaşıyordu sanki.



Birşeyden kaçmak fikrini nedense ben çok sevmem, hayatı kucaklamak ve güzelleştirmek benim yaklaşımım. Ama ilk defa, koşuda bir yere varma zorunluluğu olmadığını fark ettim. Beraber koştuğum insanların güzelliği ve içtenliği bana koşuyu öylesine sevdirdi ki, yolculuğun keyfine dalmış, etrafımdaki güzellikleri seyrederek, sindirerek ilerliyorum yolumda. Hiçbir hırsım yok kafamda. Maratona katılmalıyım, ya da şu hızda şu kadar koşmalıyım değil derdim. Çok sevdiğim insanlarla koşup, dostluklar kurarken, zaman içinde ait olduğum bir ortamda buldum kendimi. Ve, sabahları kalkıp erken saatte yol almanın, günün doğuşuna doğru koşarken yüzüme çarpan rüzgarla kendime gelmenin, vücudumun sağlıklı bir şekilde koşarken içimde doğan minnet duygusunun, ve de yolun sonunda gülümseyen kalpleri ile beni bekleyen sımsıcak insanların olması beni her sabah yataktan kaldırıp koşuya götüren. Yolculuğumda bana eşlik ettiklerini hissediyorum ve fark etmesem de, amacım bu olmasa da, daha iyi koşmam için gösterdikleri teşvikle kendi sınırlarımı zorladığımı görüyorum.



 Yoganın ana kalıplarından biridir bu cümle... An'a taşır seni. Hayatın kendisi bir yolculuktur ve yaşaman gereken nefes aldığı bu andır. Geçmiş yada gelecek değildir mühim olan, gideceğin yol değildir, yada oraya varmak için harcadığın emek de değildir. Bunların bir bütünü sonucu yaşadığın an'daki tecrübenin farkına vararak, yürekten sindirmektir hayatın sunduğu güzellikleri. Yolculuk esnasında gözlerini açıp farkına varmaktır sana sunulan nimetlerin, ne kadar güzel insanlarla çevrelenmiş olduğunun, doğanın, yaşamın, aldığın nefesin farkına varmaktır. Yıllarca emek verirsin bir hareketin mükemmel şekilde çıkması için, zaman içinde sen vazgeçmedikçe kaslarının güçlendiğini hissedersin, vücudunun esnediğini, olmak istediğin kişiye adım adım yaklaştığını hissedersin... Ve bir gün, sana en zor gelen hareket kendiliğinden çıkar vücudundan. Sanki hep içinde vardır ve hazırdır artık doğmaya. Yolculuğu dolu dolu yaşamışsan eğer, vardığın nokta en doğal sonucudur, seni ödüllendiriyordur vücudun bir nevi.




Ve ben, dünyada hırs kelimesi ile aynı cümlede pek yan yana gelemeyecek olan ben, çok ilginç bir karar verdim yakın tarihte. Yolculuğumda yeni bir hedef koydum kendime... Amaç, yine hedefe ulaşmak değil. Yol boyunca yaşayacağım keyfin tadını bir nebze de olsa aldım ya, ruhuma işledi ya bu esnada... Bu yeni hedefin bana katacaklarını ruhum hissediyor, bir nevi teşvik ediyor beni. Hazır olduğunu fısıldıyor bana, yapabileceğine inanıyor çünkü.




Ilk yarı maratonuma katılma kararını aldım ruhumda. Yolculuğun keyfine öylesine varıyorum ki, ilk defa kendi fiziksel sınırlarımın, belki de önyargılarımın dışına çıkmayı göze alıyorum ve kendime meydan okuyorum. Yaşanacak tecrübeyi kollarım açık kucaklıyorum şimdiden ve heyecanla yolculuğuma devam ediyorum.


Eda Yolcu

11.9.13

Koşarak kendindeki değişikliği keşfetmek...

Koşmak,
koşmayı sevmek,
koşarak kendindeki değişikliği keşfetmek,
koşarak  hiç bilmediğin kişilerin hayatlarına dokunmak,
….
 Ve daha nicesi….
Benim koşu hikayem aslında Beşiktaş Atatürk Lisesi’nin ilk beden eğitimi dersine kadar uzanır.  Orta okula başladığımda iki yıllık basketbol oyuncusu olarak Boğaziçi Spor Külübü’nde oynuyordum.
Beden Eğitimi’nin ilk dersinde öğretmenim yaklaşık 400-500m.lik bir tam tura denk gelen mesafede tüm sınıfı koşturmuş, bende o zaman ki heyecanımla bu yarışmada sınıfın birincisi olmuştum.  Nasıl bir hata yaptığımı tabii bilemiyordum. Zira sonraki 6 yıl boyunca hemen hemen tüm atletizm branşlarında yarıştırılacak, hatta gülle ve cirit de atacaktım. Küçük çaplı yarışmalarda derece bile alacaktım. Bireysel  sporları seven rahmetli babamın da desteğini alan öğretmenim,  yapım aşamasında olan Enka Spor Kulübü’nün henüz çamur içinde olan arazisinde düzenlenen 5000m. yarışında da beni yarıştırmaktan çekinmeyecek ve ben o yarışı ağlaya ağlaya koşacaktım.  Koştum ve bitirdim de… ama ondan sonra koşmaktan hiç hazetmedim.
Basketbol antrenmanı için koşmayı hep sevdim ama sadece koşmak için koşmayı sevemedim.

Geçen yıl Lykia Yolu için hazırlık antrenmanları yapılmaya başlandığında koşu hayatıma tekrar girdi.
Asıl amaç farklı olduğu için koşu antrenmanlarına istemeyerek de olsa başladım. Başlamak zorundaydım. Nasıl bir organizasyona katılacağımızın denemesi olsun diye RunFire Cappadocia Ultra Maratonu’na Hillside takımı olarak katıldık. Kurumsal yarıştık. 4 gün toplamda 70km. koşacaktık. Hayatımda hiç 4 gün üst üste koşmamıştım. Ultra Maraton da neyin nesiydi?
Meğer ruhuma hitap eden bir yarışma türüymüş.  Daima ileriye gidiyorsun, parkur gibi 4 dönmüyor, sadece asfaltta koşmuyor, amacın yarışmacıları geçmekten çok öte… kendinden geçmek, kendini keşfetmek imiş. Bu apayrı bir yazıyı hak ediyor. İleride yazacağım inşallah. Benim anlatmak istediğim Team Istrunbul ile nasıl tanıştığım?
Runfire’da yeterli hazırlığı yapmadan katıldığım için iki dizimi de sakatlamıştım. Sonuç olarak Lykia takımında yer alamamıştım. Hayatımın en üzücü süreçlerinden biridir. (o da ayrı bir yazı olabilir)
Öyle üzülmüştüm ki, hiçbir şeyden zevk almaz hale gelmiştim. Üyesi olduğum kulübe gitmek istemiyor, kimseyi görmek istemiyor, o dönemde hayatımda yer alan sevgilimden ayrılmış, hiçbir şey yapmak istemiyordum.
Bu süreçleri yaşarken Team Istrunbul yoktu ama kurucuları, o müthiş amatör ruhlar Berlin Maratonu’na hazırlanıyorlardı.  Başararak geri döndüklerinde yapmaları gerekenin farkına varıp- ama hiç bu kadar büyüyeceğini tahmin edemedikleri -Team Istrunbul’u kurdular.
Zaten koşmayı sevmiyordum, kulübe gitmek de istemiyordum ama hareket etmekten de vazgeçemiyordum.  Sabah çok erken koşmaya başlıyorlardı, onlarla başlayabilmek ve Anadolu Yakası’ndan Avrupa Yakası’na Bebek’e gidebilmek için benim daha da erken kalkmam gerekiyordu. Yani saat 05:00’de! Zira araba kullanmayı epey zaman önce bırakmış, tabanvaya geçmiştim.
Hatırlıyorum da tam 2 ay zihinsel antrenman yaptım. Önce o saatte koşu için uyanma 1 ay, sonra da uyandıktan sonra o sıcacık mis gibi yatağı bırakıp sokağa çıkma 1 ay. Bu esnada kulübe başlamış, koşu sonrasında kulübe geldiklerinde o günkü neşelerine, enerjilerine, davetlerine maruz kalıyordum. Her defasında başarırsın, gelsen şöyle koşarsın, böyle yaparsın v.s. v.s….
Nihayet 2013 yılına geldik.
2013’ün ilk günü “Yeni yıla nasıl başlarsan öyle geçer-öyleyse koşuyoruz” etkinliği oluşturuldu.

Benim ayaklarımla onların ayakları ilk o gün birleşti.
Sadece ayaklar mı? ;)





Her şey değişti.
Nasıl değiştiğini kimse bilemedi.
Ama her şey olumlu olarak değişti.
O gün koşu sonrasına eşler, sevgililer, çocuklar geldi.
Sonraki günler diğer dostlar geldi.
Grubumuz gün geçtikçe büyüdü. Büyüdükçe ruhlar, fikirler, bakış açıları gelişti, zenginleşti.
Kendimize yapabileceğimiz en iyi şeyi yapmıştık. Ömrümüzün kimisine göre ortasında, bence ikinci gençlik yıllarında, yepyeni arkadaşlar edinmiş, çoğu kişinin ömrü boyunca kuramayacağı dostlukları kısa sürede kurmuş,  hatta aile olmuştuk.
Kendimiz için en iyi şeyi yapmıştık, artık başkaları için de bir şeyler yapabilirdik. Bunu yapabileceğimizi de anlamıştık. Şimdi Istrunbul ailesi olarak hayata tutunmaya çalışan, hayata 10-0 geriden başlayan çocuklara biraz olsun katkı sağlamak, eğitimlerine destek olabilmek amacıyla koşularımızı renklendiriyoruz.  Hayatın en anlamlı renkleri olan çocuklarımıza eğitim imkânı oluşturmaya çalışıyoruz.  Run To The Beat Music  Maratonu’nda Koruncuk Korunmaya Muhtaç Çocuklar Vakfı için koştuk.
Koruncuk Vakfı’na yapacağınız bağışlar ile destek bekliyoruz. Onlara vereceğiniz en küçük destek bile damlaya damlaya göl olacak, küçük kardeşlerimize yepyeni imkânlar sunacak.
Yapacağınız her türlü bağış ile aynı zamanda bu kampanyada bize destek olan Card Finans’ın Team İstrunbul için özel olarak hazırlattığı yarış formalarımızdan biri de sizin olacak!
Sadece 3 dakikanızı alacak!
Bağış için;

http://www.koruncuk.org/hayatatutun.aspx?p=garantigiris

Açıklama bölümüne “Team Istrunbul” yazmayı unutmayın!
Laf aramızda tüm takım soğuk, yağmur, kar, karanlık demeden yaptığı antrenmanların hakkını verdi. ;)
Artık koşmayı, bir şeyleri değiştirmek için koşmayı seviyorum.

Aylin Turnaoğlu
Team Istrunbul Üyesi

10.9.13

El verin , Hayata tutunsun. KORUNCUK


Etraf çok kalabalıktı aslında, binlerce insan alanın dört bir yanına yerleştirilmiş ses sisteminden çıkan müziğin etkisi ve yarışı bitirmiş olmanın verdiği mutlulukla birbirine sarılıyor, gülüyor, kimisi yarış boyunca içine gömdüğü acıyı çıkarmış onunla halleşiyordu. Benim cephemde ise sadece sessizlik vardı bir an için sadece sessizlik! Ne yarışı bitirmenin mutluluğu ne de içinde bulunduğumuz ortamın yüksek enerjisine aldırmadan kısa bir sessizlik içinde (beni tanıyanlar bunun çok mümkün olmadığını bilirler ) arkadaşlarıma bakıyordum; Zafer’e, İgal’e, Aslı’ya, Zuhal’e, Serdar’a, Aylin’e, Bülent’e, Melisa’ya, Karen’e, Sibel’e ve Gamze’ye bakıyordum. Zafer ve Igal’i kenara ayırırsam büyük kısmı ilk defa yarı maraton koşmuş arkadaşlarımın mutluluğu hepsinin ufak tefek sorunlara karşın sağlıklı olmaları sessizliğimin en büyük ödülüydü. Daha önceleri yazdığım bir yazımda hayatımıza giren insanların aslında hayatımızda bıraktığı ya da bırakabildiği izlerin bir nokta olmakla bir resim olmak arasında nasıl değiştiğinden bahsetmiştim.

Şimdi dürüst olun bir kısmınız bunun kâğıt üzerinde güzel duran ama gerçekte havalı içi boş sözcüklerden ibaret olduğunu düşünmüştünüz. O sessiz kaldığım anda ben de tam bu insanların hayatıma girmiş ve onu renkten renge bulayan harika başyapıtlar olduğunu düşündüm. Öncesini ve arkasını yazsam gerçekten roman olacak harika kısa ama dopdolu 3 gün geçirdik ama aslında neredeyse yaklaşık 7-8 aydır beraber sabahın zifiri karanlığını, soğuğu, sıcağı , yağmuru , kahveyi ve keyifle sohbeti paylaştığım bu insanlarla ortak bir hayali paylaşmanın mutluluğu bir markanın reklamında belirttiği gibi “bedelsiz” bir histi. Aslında işin en güzeli başka insanların hayatlarına bir şeyler kattığına düşünürken kendi hayatını ne kadar anlamlı ne kadar yaşanılası kıldığını fark etmekti sanırım. Onların tarafı onların bileceği bir işti sonuçta ama benim taraf şüphe götürmeyecek bir gerçekti. Günün sonunda hepimiz bir birimizin sosyal sorumluluk projesiyiz, birbirimize bir şeyler katmaya çalışırız kattığımız sürece beraber gelişir beraber mutlu oluruz. “Run To The Beat” yarı maratonu bizim beraberce hayatımıza kattığımız güzel bir anı olmasının yanı sıra bunu yaparken de sizlerin dikkatini çekerek Koruncuk Vakfına yapılacak bağışlarla yarının koşucuları, iş adamları, mühendisleri daha da önemlisi sağlıklı nesilleri için güzel bir destek olsun istemiştik.

Koşumuz bitti geri geldik, bu hafta boyunca Koruncuklar için destek istemeye devam edeceğiz. İsteğim benim arkadaşlarımın hikâyesini buraya yazmam yerine, kendi hikâyesini yazan her bir arkadaşımın bunu paylaşarak, sizlerden Koruncuklar’ın hikâyeleri için destek istemeleri. Haydi arkadaşlar her birinizin hikayesi yeni hikayelerin ilhamı olsun siz paylaşın hislerinizin yarattıkları Koruncuklar’a bereket olarak yağsın …. Yapacağınız her turlu bağış ile ayni zamanda bu kampanyada bize destek olan CARD Finans’ın Team Istrunbul için özel olarak hazırlattığı yarış formalarımızdan biri de sizin olacak! Sadece 3 dakikanızı alacak.

Online Bağış için: http://www.koruncuk.org/hayatatutun.aspx?p=garantigiris

Sevgi ile kalın
Serhat Yıldırım

7.9.13

Sahibimiz Zaman



Sahibimiz Zaman



Bize ait olanları bir düşünün. Düşünün, düşünün zamanımız bol nasılsa. Zamanımız bol mu? Zamanımız aslında çok bol, ama zaman bizi nereye, kimlere, hangi olaylara götüreceği noktasında; bize ait olan kararlarda, öylece durup seyretmez. O akıp gider, o bunun için adlandırılmıştır, o akıp gitmekle sorumlu, biz ise o akışa ayak uydurmakla sorumluyuz. Biz durursak o durmayacak asla. 


Zamanı bölmüş bilim adamaları, hatta dil bilimine ve gramer yapılarına da tarif vermiş bu bölünme. Geçmiş zaman, şu an ve gelecek, bazı dillerde edebiyatçılar sıkılmışlar; geçmişi, yakın geçmiş, geçmişte devam eden gibi, sınıflamalara tabi tutmuşlar.  Ne yaparsanız yapın geçmiş zaman sizi anılara, yaşanmış onca iyisiyle kötüsüyle olaya, özleme, pişmanlığa ve bunun gibi bir çok tamamlanmamış onca şeye götürür, götürürde geri getirebilir mi sizi acaba o an? İşte o an geçmişe durup baktığımız o an durduğumuz andır. İşte o an zamanın yanında koşmayı bir an olsun bıraktığımız andır. Bir an kayıpmıdır? Sen bir an geçmişe gidip gelmek bilmezsen kayıptır tabi. Gitme diyen yok ama çok kalma lakin zaman beklemeyecektir. Durursan, Beklemediği gibi, koşar adımlarla giden zamanın işte tam o anda açacağı bir kapıyı ıskalama şansın çok yüksek ki bu kapılar bazen açıldığı hızla kapanır.  Aslında elle tutulur bir kavramdan bahsetmememize rağmen, o kadar ispat var ki gerçek hayatta. Hepimiz spora kah seyirci kah sporcu olarak ilgi duyarız. İş te o an dediğimize bir örnek 100 metre yarışında bir atletin bir anlık bocalamasının bedeli olur kaçan dünya rekoru. Kötü mü ? yo hayır sadece bir örnek. Atlet durdu zaman işlemeye devam etti, sadece kaybeden asla zaman olmuyor, olmayacakt!


Bazı kayıpların telafisi belki var belki yok onu da bize zaman gösterecek şayet durmaktan geri dönebilirsek. Neden geçmiş zamana çok takıntılıyım diye hep merak etmişimdir. Zamanın peşinde kan ter içinde koşmaktan, durup geçmişi düşünmeyi unutalı o kadar çok oldu ki. Uzun zamandır zamanla koşuyorum, ne amacım onu yakalamak, ne de geçmek. Tek amacım, o koşarken sağında, solunda önünde, belki hemen ardında açılan kapılardan birkaçına kafamı uzatıp neler oluyor buralarda diye bakabilmek. Bakıpta bana sunulan şansı değerlendirebilmek. Geçmişte, geçmişe takılı bende durdum aslında çok, öğrenmesi zor oldu ama hiç bir zaman geç değil.


 
Zaman şimdi, işte o an, haydi koşmaya başla.


Ufuk YARAMIŞ

5.9.13

70’lerde itaatkar çocuk, 80’lerde girişimci genç

70’lerde itaatkar çocuk, 80’lerde girişimci genç


Düşünüyorum çoğu zaman o yılları , hani bizlerden esasen sökülüp, çalınan o yılları ve içim kan ağlıyor zamane çocuklarının ve gençlerinin imkanlarına bakınca. Kıskançlık değil bu hani ufakken muz pahalıydı ya babalarımız memurdu alamazdılar öyle her zaman ve biz manavın her önünden geçerken imrenirdik o na baka baka işte bu cinsten bir imrenme bu da. 

70 ler saygı ve itaat yıllarımızdı ama belkide daha önceleri de böyleydi kim bilir yaşamadım o yılları ama aslında 70 lerde çocuk olmak bugüne sürdürülen zaman içinde hem büyük bir şans hem de büyük bir zorlukmuş. Fikirlerin olgunlaştığı yaşlardır çocukluktan ergenliğe adım atarken işte biz bu yaşlarda 70 lerin saygı ve mutlak itaat rüzgarında savrulmuşuz. Okulda öğretmene, evde büyüklere, sokakta abilere kısacası yaşı az büyük olsun herkese itaat etmişiz saygı kisvesi altında. Düşünmeye yormadan kafamızı bizim yerimize kararların verilmesine sesimiz çıkamamış nedense. Nedense mi nasıl karşı çıkacaksın ki öyle bir toplum da yaşıyorsun ki; hala bu geleneğin sürdüğünü görmek acı, hep ceza üzerine bir öğrenme var ama ne var. Misli misli cezaların verildiği 70 lerde ödül duygusunu neredeyse hiç bilemedik ve iyi yaptığımız birşeye ödül vermeye bırakın bazen aferini bile çok gördü büyüklerimiz.

Ceza öğretir, ödül şımartır.

‘’Sen bilmezsin, otur’’ , ‘’ senin aklın ermez’’, ‘’büyükler konuşurken konuşulmaz’’, ‘’sen memur olacaksın’’, ‘’sen bizim ailemize layık bir insan olacaksın’’..... bunlar böyle devam etti gitti. 

Hani birde ‘’okuyacaksın adam olacaksın’’ lafı vardır. Aslında okumak tabikide iyi ama sadece okumak mı.. Ya bizlerin ne istediği, nelerden zevk aldığımız?. Hatırlıyorumda Üniversite sınavına girene kadar pek sorun olmadı. Ta ki o yıl geldi sınava gireceğim ve dershane başladı. Gidiyorum okula, çıkıyorum dershaneye ve sınav yaklaşıyor. Artık karar zamanı ‘’Ufuk ne istiyorsun bölüm olarak’’. O yıllara kadar benim yerime karar verenler bir anda kenara çekildi ve benden karar vermemi bekler oldular. Gülümsüyorum o yılları anınca ve hala içimden sesleniyorum usulca bana’’ ne bileyim kardeşim, hiç karar vermedim ki şu an vereyim’’. Hayat beni 18 imde hazırlıksız yakaladı sayenizde. Ama kızmıyorum da fazlaca, onlar ne gördülerse onu verebildiler.
Hayatımda pişmanlığa yer vermedim, oldu bitti, haydi ileriye bakalım dedim hep ama içimde gizli bir sır var bu pişmanlık konusunda ki çok pişmanım itiraf edeceğim. Hep okuldu ya hayat, işte spor a çok gitmek istedim o yıllarda bir takımın bireyi olmak ve okurkende spor yapabilmek... ama olmadı, oldurulmadı. Evet pişmanım yaramazlıklarımda başı buyruk olan ben kararlarım konusunda itaatkar kalmıştım. Oysaki Atletizm ve Voleybola merakım çoktu hatta ve hatta yeteneğim bile vardı. Nereden mi biliyorum?. Allahtan sokakta özgürdük o yıllarda.

Kim bilir belkide çok iyi bir sporcu ve ünlü olacaktım veya başka bir konuda şu andan çok daha iyi ve keyif alıyor olacaktım. Ta ki sporcu olamama rağmen sporun içinde olabileceğimi fark edene kadar. Çok değil 5-6 ay evvel Kuzenim Onur beni aradı ve projeyi açtı bana, sıcacık oldu içim, seneler sonra çok sevdiğim bir konu spor ve fotoğraf birleşiyordu bu hayalde. Evet o zamanlar hayaldi ama biz bu hayale inandık 40lı yaşlarda 20 lerimizdeymişiz gibi. Ve bu hayali hep beraber gerçeğe dönüştürdük Kuzenim ve can dostum Murat ile. 

Geç öğrendik kararların isabetindeki bizim yüreğimizin yönünü, ama vazgeçmedik, öğrenecek ve er ya da geç hayata geçirecektik.

Baba olmayı beceremedim ama baba olabilseydim kesinlikle çocuklarımın önünü açardım diye düşünüyorum. Şayet anne ve babaysanız lütfen 70 lerin ne acısını çıkarın ne de bizler gibi olmalarını sağlayın ve geleceklerini çalmayın. Ve son sözümde benzer 70 lerin çocuklarına: ASLA GEÇ DEĞİL.

Ufuk YARAMIŞ

4.9.13

“Sometimes the healing is in the aching” ( Bazen iyileşme acıda saklıdır )


 
 “Sometimes the healing is in the aching” (Bazen iyileşme acıda saklıdır) bu yazıyı gördüğüm anda bir sonraki yazımın konusunun bu olması gerektiğini içimde hissettim. Son zamanlarda evren bana gerekli olan sözleri, insanları, olayları kendiliğinden önüme çıkarıyor, bana ise sadece onların farkına varmak kalıyor. Akışta olduğum bir dönemdeyim diyebilirim, gelen herşeyi heves ve sevgi ile hayatıma kabul ediyorum ve izliyorum.
Ruhani arayışım esnasında çok güzel bilgilerle ve insanlarla karşılaştım. Bu sözü görünce, Art of Living’deki eğitmenim Nathalie’nin anlattığı bir hikaye geldi aklıma aniden. Sevdiği bir öğrencisinin ne kadar acı çektiğinden ve değer verdiği bu insanın acısını hafifletecek hiçbirşey yapamamanın verdiği acizlik duygusundan, bunun ona verdiği çaresizlikten yakındığı bir noktada Art of Living’in kurucusu Sri Sri Ravi Shankar ile yaptığı bir telefon konuşmasından bahsetmişti. Sri Sri ona sevdiklerimizin acılarını hafifletmeye çalışmamızın bazen onların gelişimini ve bu hayattaki tecrübelerini kısıtlayacağından bahsetmişti. Kimi zaman bizlere çok acı verse de sevdiklerimizin iyiliği için kendi gelişimlerine katkı sağlayacak, belki de bu hayata geliş amaçlarına ışık tutacak acılara müdahele etmeden gözlemci olarak destek olmamız gerekmekte. Bazen iyileşmenin, ilerlemenin tek yolu acının içinden geçmekte saklı. Ve biz bunu her ne kadar onlar için yapmaya hazır olsak da, bu onların kaderi. Vakti geldiğinde ve o farkındalığa ulaştıklarında değişim kendiliğinden hayata geçecek. Bu hikayeyi çoktandır unutmuştum ama yakın zamanda kendimi çok değer verdiğim bir insana yardım edemez halde buldum. Elimden geleni yapma telaşında iken aniden fark ettim ki, benim yapabileceğim hiçbirşey yoktu, içinde bulunduğu ruh halinden çıkabilmesinin anahtarı birtek kendinde bulunuyordu. Ve ben ne kadar çok üzülsemde, onun yerine tüm bunlarla başa çıkabilmeye hazır ve istekli olsam da bu onun içsel yolculuğuydu. İstediği zaman elini tutarak ve tüm kalbimle yanında olarak destek olabileceğimi fark ettim aniden. Bu konuda ne kadar başarılı olabileceğim bilemiyorum, sadece inançla yanında olmaya çalışıyorum. 




Geçen haftalarda, Cihangir Yoga’da benim için en özel eğitmen Chris Chavez ile yaptığımız yoga seansında yine aklıma geldi bu söz. İlk olarak şunu belirtmeden geçmek istemiyorum, Chris dünya çapında izlenen ve beğenilen bir eğitmen olmasının yanı sıra, benim için şu an Türkiye’de bulunan en etkileyici, eğlenceli, derin, eğitici, ve varlığı ile insanları iyi hissettiren bir eğitmen. Benim yogaya tekrar geri dönüşümümün de sebebi diyebilirim kendisi için. Bilginin derinliğinin yanı sıra çocuksu ve eğlenceli tarafını da kucaklamamızı sağlıyor. Derslerinde derin bilgisini güncel yaşamımızdan örneklerle bize sunuyor ve bunu yoga’nın vücudumuza ve ruhumuza etkisi ile öylesine bağlıyor ki, verilen mesaj kemiklerinize kadar işliyor. İşte bu derslerden birinde “no pain no gain” kavramından yola çıkarak, kimi zaman bizim için iyi olan şeyin, bizi iyi hissettirmediğine değindi. Vücudumuzu güçlü ve esnek tutabilmek için emek vermemiz gerekiyor, bunu hepimiz biliyoruz, bu sebeple spor yapıyoruz. Ruhumuza iyi gelmesinin yanı sıra bedenimizde hissettiğimiz gelişim, hareket edebilme rahatlığı bizlere spor esnasında harcadığımız eforu unutturup tekrar yapmamızı sağlıyor. Kimi zaman ise vücudumuzun gerçek potansiyeline ulaşabilmek için ekstra çaba harcamamız, güvende hissettiğimiz sınırların dışına adım atmamız gerekebiliyor. Bu esnada vücudumuz çeşitli ağrılar, sancılar yolu ile bizimle iletişime geçiyor, bunlar değişimin başladığına işaret eden sağlıklı işaretlerdir. Yogada hareketin hayata geçişi ve vücudun bulunduğu pozun içinde bütüne ulaşması zaman içerisinde oluyor. Bu zaman zarfında vücudumuzda çıkan ağrılara gösterdiğimiz direnç akabinde, bu ağrılar boyut ve şekil değiştirmeye başlıyor. Çekilen ağrı kendi içsel anlayışına, arayışına ışık tutmaya başladığında, ağrı ortadan çekilmeye başlıyor ve hareket oturmaya başlıyor. Bu esnada omuzların, kolların, bacakların bir bütünün parçaları olup harekete teslim olur, aynı anda beynin boşalır, ağrının içinde düşünceler yok olmuştur ve kendinin gerçek yansımasını görürsün bir nevi, kendini olduğun gibi gördüğün ve kabul ettiğin bir aydınlağa çıkarsın.



Chris bu konu ile ilgili şu örneği verdi; bazen doğa günışığına ulaşabilmek için, hayata geliş amacını gerçekleştirebilmek için kaldırımı delip geçer ve bunun için olağanüstü bir efor sarf eder. Herbirimizin
içinde aynı doğada olduğu gibi böylesine bir arzu bulunmaktadır. Bazen verdiğimiz savaşla başa çıkamayacakmışız gibi gelebilir, onun yükü öylesine ağır gelir ki, bunu kaldırabilecek güce sahip olduğumuzu unutabiliriz. Ancak, şunu da unutmamalıyız ki, aynı doğanın güneşe ulaşmak için verdiği çaba gibi, aydınlığa ulaşmak ve gelişmek için verdiğimiz savaşımızda her gün kendi gerçeğimize adım adım yaklaşmaktayız.

Diyorum ya, bu sıralar insanlar, sözler, olaylar gelişimimde bana ışık tutmak için, olaylarla
başa çıkabilmem için önüme çıkıyorlar. Bu sözle karşılaşmam, önüme çıkan güzel insanların paylaştığı hikayeler ve bilgiler, yoga’daki tecrübelerimle birleştiğinde ruhumun derinliklerinde anlam buluyor. Yoga’nın da güzel ve özel yanı da bu zaten... duyduğun şeyleri sindirmene ve yaşama geçirmene vesile oluyor.

Biliyorum biraz delice gelebilir ama içinde bulunduğumuz pencerinin dışına çıkıp geniş açıdan bakabildiğimiz noktada hayatımıza giren herşey biraz daha anlam kazanıyor ve o an için iyi ya da kötü gözüken herşeyin aslında belirli bir amaç için, bizi tekrar ruhumuzun gitmek istediği yola sokabilmek için geldiğini görebiliyor, bir nevi minnet duygusu ile dolabiliyoruz. Aynı bugünlerde benim hissettiğim gibi:)

Ara / Search