23.11.13

Maratonu en iyi biz biliriz...







 Gerçekten uzun bir ara oldu, klavyenin tuşları üzerinde gezinmeyeli, sevgili Onur Çam ne zaman bir mesaj atsa acaba yazımı mı soracak diye hep korkarak bekledim ama açıkçası yazmak istemedim. Tam yazmayaya karar verdim - son koştuğum Chicago Maratonu ile ilgili gözlemlerimi anlatacaktım ki - dostum Berry Nae öyle bir Berlin yazısı ile geldi ki benim payıma yine susmak düştü. Hafiften kıpraşmaya başlamıştım ve iyi olacak hastanın ayağına doktor gelir misali yeni konuyu kucağımda buldum. Bir kısmınız geçtiğimiz Salı günü Facebook sayfamdan paylaştığım İstanbul Maratonu ile ilgili yazımı okudunuz aslında o öncül kıpraşmanın bir işaretiydi şimdi yazacaklarım ise artçıl olacak.  




 İstanbul maratonuna gelmeden önce izninizle size biraz Chicago Maratonun’dan bahsetmek istiyorum. Chicago Maratonunun hazırlıkları benim için pek de kolay başlamamıştı. Nisan 2013’de Paris Maratonunun 30.km’sinde, hem de çok iyi giderken yaşadığım sakatlığın duygusal travmasını atlatmadan çalışmalara başlamıştım. Bu süreçte eski kadim dostum İbrahim İnal’ın tamamen amatör ruhla ama son derece profesyonel bir anlayışla açtığı Checkmat’de kardeşim Hazar hoca ile yaptığım Crossfit antremanları sakatlığımın geçmesinde ve güçlenmemde bana oldukça faydalı oldu. Team Istrunbul ile yaptığım koşu antremanları, Çelebi biraders ile koştuğum Enka antremanları ile maratona fiziksel olarak hazırdım. Sakatlık, bir sporcu için karabasandan farksız geçse de, bir kere yerleştimi aklınıza, sanki hemen çıkıp gelecekmiş gibi hissettirir, hep ordadır pusuya yatıp bekleyen bir düşman gibidir.   


Hele maraton gibi dayanıklılık gerektiren saatlerce süren sporlarda fiziksel dayanıklılığın yanı sıra mental dayanıklılık sizi böyle anlarda ayakta tutar. Chicago maratonunu beraber koştuğum yakın dostlarım Seçil Abalı, Zeki Bilsel, Binatlı Tugay ve bu maratonun bana kazandırdığı yakından tanıma şansı bulduğum Tevfik Naipoğlu, Nedim Çelebiler, Cem Çelebiler ile koşu öncesi paylaştığımız keyifli anlar moral olarak beni oldukça yukarı çekmişti.


Chicago koşmak için harika bir şehir en azından benim uyanık olduğum sabah 7 ile akşam 23 arasında sokaklarda koşan insanlar görmek mümkün. Anish Kapoor’un Bean’i şehrin bir sembolü ise sanırım diğeri de sokaklarda, Michigan Gölü kenarında koşan, spor yapan insanlardır. Tabiiki şehir bu kadar spor ve sanat dostu olunca şehirdeki insanların da koşuculara olan yaklaşımı da o denli dostça ve sıcak oluyor. Alışveriş yaptığınız mağazalardaki tezgahtarların bile maraton ile ilgili sizinle konuşuyor hatta küçük jestler bile yapıyorlardı. Bütün bunların sonucunda Maraton Expo’sundan itibaren size sarmalayan pozitif hava ile başlama noktasında yerlerimizi aldık. Maraton antremanlarını Team Istrunbul ile kalabalık yapmayı sevmekle beraber maratonları yanlız koşmayı seviyorum. Kulağımda bir kısımını arkadaşlarımdan aldığım kendi ellerimle özel hazırladığım tempolu koşu müziklerim (tabiiki Duft Punk’ın da yer aldığı), ile tek başıma önce kalabalığın sonrada şehrin içine dalmayı çok seviyorum. Burada önemli bir ayrıntıdan daha doğrusu insanlardan bashetmek istiyorum ; Pınar Bilsel, Deniz Bilsel , Güliz ve Erkin Aydın’dan. Maratonun başında Güliz ve Erkin’in ortalarında ise Pınar ve Deniz’in üzerinde kızımın adının yazılı olduğu “Lal’s Father” (Lal’in Babası) pankartı ile bana verdikleri morali inanın dünyada verebilecek vitamin, enerji jeli ya da benzeri hiçbirşey yoktur. Buna bir de 42.2km boyunca hiç tanımadığın kadın, erkek ve çocuğun (bazıları henüz ayakta bile duramaycak kadar küçük) yanlarından geçerken ellerini uzatıp “hadi,durma yapabilirsin” demeleri bir başka önemli motivasyon faktörüdür. Çünkü maraton aslında bir festivaldir, halkın katıldığı, bir şehrin spora karşı duruşunu gösteren önemli bir festivaldir. Maratonlar ayrıca önemli bir dayanışma ve sosyal sorumluluk organizasyonudur.

Herkes bir şey için koşar, kimisi kanser için, kimisi ölen babası yada eşi için, bazısı hasta yakını için, kanser araştırması yapan vakıflar için koşar özetle maratoncu duygusal yada hayır amaçlı maddi bir fayda yaratmak için koşar. Emin olun hiç birşey için koşmuyorum diyen insan bile o sırada orada sizi seyreden, alkışlayan insanlardan birisinin spora başlama ilhamı olmuş olabilir. Paris maratonunda sakatlandığım sırada yanımdan geçen bir koşucunun beni sırtımda ittirerek yarışta tutmaya çalışmasını hangi sporda görebilirsiniz? Acıdan iki büklüm olduğunda kenarda yüzüme bakan güzel Fransız oğlan çocuğunun hadi kalk durma demeye getirdiği bakışlarını nasıl açıklarsınız ? Maraton dostluktur , maraton kardeşliktir, maraton şenliktir. Peki Avrasya ya da Istanbul Maratonu nedir? Berlin, Paris, Chicago (tam) ve Londra’da (yarım) maraton koştuktan sonra amacım 2014 senesinde Mart ayında koşacağım Barcelona sonrası Istanbul’da maraton koşmaktı. Bu sene eşiminde koşmak istemesi sebebi ile Avrasya’da diğer yıllarda koştuğum 15km yerine 10 km koşacaktım. Önce organizasyonun adının 2 ay kala Avrasya’dan, Istanbul Maratonu olarak değişmesi ile tartışmalar başladı. Ardından köprüden geçiş sırasında yaşanan titreşimin yaratabileceği tehlikeler ile kamuoyu bulanmaya devam etti. işin en ilginci organizasyona iki gün kala koşunun nereden başlayacağı ile ilgili insanların kafasında soru işaretleri vardı. Herkes birbirine bunu soruyordu hatta kardeşim Egemen Eden, yarışın ana sponsoru olan telekomünikasyon firmasındaki ilgili ekibe konu ile ilgili mail bile attı. Bütün yaşanan tartışmalara, yanlış bilgilendirmelere karşın Istanbul Maratonu herzaman başladığı yerde yapılmak üzere organize edildi. Başlangıç alanına geldiğimde hersene gördüğümden daha da içler acısı bir manzara bizi bekliyordu. Başlangıç alanında ; elinde sigarası ile gezinen sivil ve spor giyimli sayıları hiç de azımsanmayacak insanlar, seyyar satıcılar (simitçi, Sucu vb) vardı.  

Bir içecek firmasının yarış öncesi jest amaçlı dağıttığı enerji içeceklerini kolileri ile kapan seyyar satıcıların sevinci görülmeye değerdi. Ben maratonlar festivaldir demiştim ama biz bunu benim güzel şehrimde en azından başlangıç noktası itibari ile bir panayıra döndürmeyi başarmıştık. Koşunun başlaması ile oluışan manzarayı sanırım şu şekilde özetleyebilirim ; parkur üzerinde kol kola, el ele yürüyenler, yere oturarak ya da farkı çeşitli şekillerde fotograf çektirenler, karşı yönden elinde sigara ile yürüyen insanlar sanırım koşunun ilk kilometlerini hayal etmenize yardımcı olacaktır. Chicaga, Berlin vb örneklerde anlattığımın aksine yolda gördüğümüz tek tük alkışlayan çoğunluğu turistlerin oluşturduğu bir parkurda koştuk. Yol kenarında bekleyen vatandaşlar geçmenize aldırmadan karşıdan karşıya geçiyor ve size ona yol vermediğiniz için adeta dövercesine bakıyordu.  

Bu kadar olumsuzluk içerisinde Don Kişot misali şehrin maratonuna sahip çıkması gerektiğine dikkati çekmek isteyen dostum, abim  Zeki Bilsel’e ayrı pragraf açmak istiyorum. Chicago Maratonun hemen ardından Zeki, Avrasya maratonunda da benzer bir organizasyon olması gerektiğini ve birey olarak bunun için uğraşacağını söyledi ve ilk iş olarakr “Avrasya Maratonu Gönüllüsüyüm” adı altında bir Facebook grubu


Yetmedi koşu günü Seçil Abalı, Seda Lafçı ve Gina Penso ile beraber 5kg portakalı ve 5 kg muzu, Gümüşsuyundan, Kabataş’a kadar ellerinde taşıyarak, koşu güzergahı üzerinde Kahve Dünya’sından aldıkları tabureler üzerinde koşuculara verdiler. Organizasyon ile ilgili koşu boyunca duyduğum rahatsızlığın bir anda mutluluğa dönüştüğü tek an; Seda’yı ve diğer dostlarımı üzerinde kızım Lal’in adının yazdığı pankartla düdükler çalarken görmekti. Koşunun bitiş noktasının, başlangıç noktasından çok daha iyi durumda olmadığını sanırım anlatmama gerek yoktur. Benim için 10 km önemli bir mesafe değil ama o mesafeyi ilk defa koşan, bu mesafeler ile yeni tanışan insanlar için alacakları ilk madalya, içecekleri bir yudum su nekadar önemlidir bilemezsiniz. Fakat bizim organizasyonumuzda bırakın madalya almayı su almak bile ayrı bir mücadele gerektiriyordu. Özetle ; Daha önce de söylediğim üzere bir kez daha tekrarlayacağım ; organizasyona ciddi bir çeki düzen verilmediği sürece maraton dahil olmak üzere Istanbul Maratonu’nda hiç bir mesafeyi koşmak istemiyorum… Kurumlar, vatandaşlar, esnaflar kısacası şehrin tüm paydaşları maraton haftası evlerine, kapılarına, arabalarına, Istanbul Maratonu’nu destekliyorum yazmadığı sürece bu maratonu koşmak istemiyorum… Halkı yüz binler halinde köprüden yürütmek yerine herkesin çocukları ile eğlendiği canlı müzk performansları ile maratonun bir karnavala dönüştüğü ana kadar bu maratonu koşmak istemiyorum. (Bu arada Sain Benoit Lisesi önündeki vurmalı çalgı ekibine çok ama çok teşekkürler harikaydınız ) Şehrimin spor ile hiç bir alakası olmayan yöneticileri, başka maratonları gerçekten inceleyip anlamak yerine, turistik seyahatler yapıp, o şehirlerin yöneticileri ile aynı fotoğraf karesine girmeyi kişisel reklamları olarak gördüğü sürece bu maratonu koşmak istemiyorum…

Sonuçta koşmak için maratonlar bahane yanlız ya da arkadaşlarınız ile koşabildiğiniz sürece koşmanın zevkini çıkarın ve bir gün bizimde şehirimizde güzel bir maraton koşulacağının hayalini içinizden çıkarmayın !! Şairin dediği gibi ben Istanbul Maratonu’nun koşulması en keyifli uluslararası maratonlardan biri olma ihtimali sevdim …

Serhat YILDIRIM


13.11.13

Sessizlik...





Sessizlikte kaybolduğum ve onun içinde kendimle yüzleştiğim zamanları özlüyorum bazen. Yoga'nın ana prensiplerinden biri olan ve bir nevi inzivaya çekildiğin, sözlere gerek duymadan iletişim kurduğun, etrafında seni sarmalayan doğada, gözlerde ve tekrar tekrar dönüp baktığın özünde yaradılışın güzelliği ile yüz yüze geldiğin özel bir zaman sunuyor sessizlik insana. Böyle ağdalı anlattığıma bakmayın, kimi zaman sıkıldığım, iç sesimi susturamadığım, kaçıp gitmek istediğim anlar da olmuyor değil bu esnada. Ama tüm bu çelişkileri insan olarak dünyaya gelmiş olmanın bir parçası ve kişisel gelişim süreci için yaşanması gereken aşamalar olarak görünce, bazen zor da olsa o sürecin de kendine hoş bir gerçekliği olduğunu kabulleniyorum.

İlk sessizliğimde Hindistan’da ashramda kendimi zaten gönülden inandığım, hissettiğim, bildiğim bir bilginin içinde buldum. Dünyanın her köşesinden bir haftalık bu kurs icin gelmiş olan 300 kadar kişi ile sessizliğe başladığımızda son derece heyecanlıydım. Beni bilenler heyecanımın neden kaynaklandığını daha iyi anlarlar. Konuşmayı ve paylaşmayı çok seven kişiliğim için öylesine tezat bir kursdaydım ki, başlamakta olduğum sürecin bilinmezliği beni son derece heyecanlandırmaktaydı. 


Kursun üçüncü günü diğer günlerden farklı bir güne uyandım. Halbuki, önceki günlerden hiç farkı yoktu. Sabah uyanmış, nefes egzersizimi ve meditasyonumu yapmış, kahvaltının ardından yürüyüşümü yapmaktaydım. Ve işte o esnada bulunduğum anın önceki günlerden derin bir farklılığı olduğunu hissettim ve bunu isimlendirebilmek  neredeyse günümün geri kalanını aldı. Fark ettim ki, sessizliğin ilk birkaç günü oldukça sesli geçmiş halbuki, kendi iç sesim beni hiç yanlız bırakmamış. Baktığım herşeye bir şekilde yorum yapıp duruyormuş ve ben, bu çok sesli sessizliğin içinde debelenip duruyormuşum. Ve işte o gün, günlerdir beni yanlız bırakmayan ve kafamın içinde dönüp dolaşan yorumlar, ön yargılar bedenimi terk etmiş ve beni kendimle başbaşa bırakmıştı.
 
Kendinle başbaşa kaldığında öylesine bir sürece giriyorsun ki, kalbin açılmaya başlıyor. Bütün duyuların uyanıyor ve gördüğün, dokunduğun, tattığın herşey yeni bir anlam kazanmaya başlıyor. Attığın her adımına, yaptığın her işe 100%'ünü verdiğinde yaradılışın, yaşamın, dünyanın, etrafında seni çevreleyen insanların, ve herşeyden önce kendinin ne kadar özel ve güzel olduğu gerçeği ile başbaşa kalıyorsun... minnet duygusu seni öylesine ele geçiriyor ki gözlerini kapattığında içinde hissettiğin tek gerçek sadece sevgi oluyor. 
Ve biliyorsun, derinlerde bir yerde biliyorsun ki, sen de bu sevgiden yaratılmışsın ve işte o noktada teslimiyet tüm benliğini ele geçiriyor.


Sessizliğin içinde aynı zamanda hislerinle de yüzleşiyorsun. Hislerle yüzleşmek en zoru bence, içinde önyargıları, anıları, endişeleri ve üzüntüleri de barındırmakta. Bu aşamada kaybolduğum, sinirlendiğim, direndiğim öylesine çok an oldu ki, bazen  neden böylesine bir kursa katılmış olduğumu bile sorguladım. Bu süreçte öğrendiğim, yapmam gerekenin sadece hislerime güvenmek olduğu ve zaten kalbimin tüm sorularımın cevabını bilmekte olduğuydu. Yaşamına sadece kalbinle bakmaya başladığın anda hislerine güvenmen gerektiğini de artık biliyorsun demektir.
“Meditation is seeing God in yourself. Love is seeing God in the person next to you. Knowledge is seeing God everywhere.” (“Meditasyon Yaratanı kendinde görmektir, aşk Yaratanı yanındaki varlıkta görmektir, bilgi ise Yaratanı heryerde görmektir.”)  Sessizlikte bilgiyi öylesine derin hissetmeye başlarsın ki, baktığın heryerde yaratanı, sevgiyi ve yaradılışın büyülü güzelliğini görmeye başlarsın. Kalbinle bakmaya başladığında bu süreç kaçınılmazdır.


Ne yazik ki yaşamın bizlere şehir hayatında unutturduğu bu gerçeği tekrar hayatımıza sokuyor sessizlik; iç sesimizi ve duygularımızı dinliyor ve onların yol göstericiliğine teslim oluyoruz. Bu bilginin derinliğine teslim olduğum noktada zaman zaman şehirde de bu çok sesliliğin içinde sessizliğe gömüldüğümü fark ediyorum. Bazen yaşananlar, hissedilenler öylesine yoğun ve yorucu olabiliyor ki... içimdeki sessizliğe dönüp sebep aramaksızın büyük resme bakmaya odaklanıyorum, biliyorum ki her olan olması gerektiği için oluyor... inanıyorum ki, mutluluk kaçınılmaz ve ben farkında olduğum sürece, hissettiğim sürece, içimdeki sesin yolumu aydınlatmasına izin verdiğim sürece herşey hayırlısı ile olacak. Sessizliğin içinde yine ruhumun çok iyi bildiği ve anımsadığı minnet duygusu ile yaşamıma sımsıkı sarılarak geri dönüyorum .... ve teslim oluyorum. 

Eda YOLCU

27.10.13

Ruhlarımızın duyduğu melodiler....







Evrenin bizler için planı olduğuna ve eğer kendimizi akışa bırakırsak hayatta ait olduğumuz ortamları yarattığımıza, bulduğumuza inanıyorum. Sanırım her zaman böyle olmadı ama son zamanlarda hayata herşeyi ile teslim olmuş durumdayım ve bana sunulanları olduğu gibi kucaklıyorum.





Geçen gün Daft Punk dinlerken, bu kadar özgün bir müziği yapmak için Fransız müzisyenler Guy-Manuel de Homem-Christo ve Thomas Bangalter'in nasıl bir araya gelmiş oldukları düşüncesinde kaybolmuş buldum kendimi.  Öyle herkesin duymaya alışkın olmadığı bir çizgiye sahip bu grup, müziğin değişik katmanlarını öylesine bir araya getirmişler ki, kendi içinde bir ahenk yaratmışlar. Ama benim herşeyden önce merak ettiğim, her ikisi de nasıl olup  böylesi bir müziği aynı anda ruhlarından yükselirken hissetmişler, ve evren bir şekilde onları bir araya getirmiş.  Kanaatimce  hissettikleri şeyi öylesine gerçek ve yoğun hissetmişler ki, bu hayatta bir araya gelmeleri kaçınılmaz olmuş.




Kimine göre komik gelse de, ben evrene yollanan mesajlara inanıyorum ve istediklerimizi doğru şekilde tanımlayıp cağırdığımız noktada, doğru insanların ve olayların önümüze çıktığına da inanıyorum.  Ruh eşi kavramı ile büyümüş bizler için, yaşadığım tecrübeler sonucunda ben daha geniş kapsamlı bir kavramın daha mantıklı olduğuna karar verdim. Ruh eşi kavramının yanı sıra,  ve hatta daha ziyade ruh grupları var bence bu dünyada. Kendi ruh grubuma ait kişiler ile tanıştığımda hayatımın akışının değistiğini tecrübe de etmekteyim zaman zaman, hayat bir mücadeleden huzurlu bir akışa geçiyor adeta, karşı konulması zor bir his bu... Vücudunun her uzvu hissediyor ve uyanıyor, bir nevi evine geldiğini hissediyor  ve huzur buluyor.

Hayatımıza giren herkesin öyle ya da böyle bir paylaşım için girdiğine inanıyorum. Kimi zaman anlık bir paylaşım için, kimi zaman farkındalığımızı bir olaya çekmek için, kimi zaman bizi başkaları ile irtibata sokmak için, kimi zaman yüzleşmek istemediğimiz ancak kişisel gelişimimiz için yüzleşmemiz gereken olayları yaşatmak için, ve kimi zaman ise bizlere hayatımız boyunca eşlik etmek için giriyorlar. Ve, bu insanlardan bazıları ile ruhumuzun ritmi  aynı atıyor, yolculuk keyifli bir hal almaya başlıyor. Karşımıza böylesine kendimiz olabildiğimiz, yargısız sevildiğimizi bir şekilde hissettiğimiz, vakit geçirmekten daha çok beraber yol almaktan, yaşamaktan, dolu dolu paylaşmaktan zevk aldığımız ve ortak bir payda için bir araya geldiğimiz insanlar çıkabiliyor.




Yıllar itibari ile girdiğim değişik gruplardan kendi ruh grubuma ait olduğunu hissettiğim arkadaşlar edindim. Amerika’da bulunduğum dönemde bunu net olarak hissetmeye başlamıştım. Bilmediğim, tanınmadığım bir ortamda gerçek “ben” ile tanıştığım, kendimi özgürce tecrübe ettiğim o dönemde, değişik gruplara girmiş ve bunun akabinde her gruptan bugüne kadar taşıdığım arkadaşlıklar kurmuştum. Ben değer verdiğim insanlardan kopmayı pek sevmem. Biliyorum hayat oldukça hızlı akıyor ancak dünyanın dört bir yanında benim için vazgeçilmez olan bu insanları dilediğim sıklıkta göremesem de, sağlıklı, iyi ve mutlu olduklarını bilmek tek istediğim.

Son zamanlarda değişik bir dönemdeyim diyorum ya, aniden hiç beklenmedik şeyler olmaya başladı hayatımda, sanki evren tüm sorgulamalarımı, çağrılarımı duyarcasına her birine tek tek cevap vermeye başladı. Kendini akışa bıraktığın noktada olan sanırım bu, ya da benim tecrübe ettiğim şekli bu. Ruhunun istedikleri, çağırdıkları gerçekleşmeye başlıyor. Teslimiyet sonucunda önüne sadece istediğin gibi bir hayat kurabilmen için imkanlar, insanlar çıkmaya başlıyor.... Senin üstüne düşen ise gözlerini açıp sadece kalbinle bakabilmen ve önüne çıkanları değerlendirebilmen.






İşte, böylesine bir dönemde, Team Istrunbul girdi  benim hayatıma, daha doğrusu girmekle kalmayıp, hayatımın büyük bir bölümü oldu. Orada kurduğumuz arkadaşlıklar dostluklara, paylaşımlar anılara döndü. Hayatta beraber yol almaktan keyif alan bir insan grubu haline geldik kanımca. Kendi içinde öylesine dinamikleri var ki, beni kendine bağlıyor adeta. Yargılama yok mesela, hep birbirine destek olarak ileri taşıma var, gelişim var kendi içinde. Alınma, bozulma yok bunca açıklığın ve dürüstlüğün yanı sıra, çünkü yapıcı olduğuna ve sevgiden çıktığına dair garip bir farkındalık var. Başlarda amaç olan koşu sporu hayatımızın odak noktası olarak kalmaya devam etse de ve onun hayatımızdaki vazgeçilmezliği gün be gün kendini teyit etse de, ait olduğunu hissettiğin bir ortamda kendini bulmuş olmanın dayanılmaz hafifliği bir şekilde bizleri hem birbirimize hem de yaptığımız spora böylesine bağlayan. Yürekten minnet doluyum yaşadığım dönem için, kendimi böylesine olduğum gibi tecrübe edebildiğim, sınırlarımı zorlamak için böylesine güç alabileceğim arkadaşlıklar önüme çıktığı için, ve her şeyden önce ruhumu dinleyebilecek imkanlara sahip olabildiğim için. Oscar Wild’ın bir sözü var bence tüm hissettiklerimi en güzel o dile getirebiliyor bu noktada. “You don’t love someone for their looks, or their clothes, or for their fancy car, but because they sing a song only you can hear.” (İnsanları görünüşleri, kıyafetleri, şık arabaları var diye değil, sadece sizin duyabildiğiniz bir şarkıyı söyledikleri için seversiniz.)



Eda Yolcu

Ara / Search